top of page
İDEOLOJİNİN GELECEKSİZ NESNESİ

İDEOLOJİNİN GELECEKSİZ NESNESİ

BURAK HAVA

18 Ağustos 2025

Bu yazı 27/07/25 tarihinde Terrabayt'ta yayınlanmıştır.

“Bilmesine rağmen yapan” nosyonu ideolojinin tam kalbinden geçtiği için göz ardı etmek zordur, ancak hazmı daha zor olan Horkheimer’ın bahsettiği “adiliğe konan ödül”dür. Bugünkü aşamasında kapitalist sistem dünya çapında örgütlenmiş bir sömürü sistemi olduğunu sıkça duymuşuzdur. Aslında toplum maddi sefaletin en kaba biçimini ortadan kaldırabilecek insani ve teknik araçlara sahiptir. Bu imkânın günümüzdeki kadar gerçekleştirilebilir olduğu başka bir çağ bilmiyoruz. Buna engel olan tek şey mülkiyetin düzenlenişidir; yani insanlığın muhteşem üretim aygıtının küçük bir sömürücü tabaka için çalışmak zorunda oluşunun değiştirilmesiyle mümkün olabilecek şeyden bahsediyorum. Fakat burada dikkat çekmek istediğim konu bu durumun çözümü değil de bu durumun çözümsüzlüğünün resmi olacak. Burada Žižek’in kullanmayı çok sevdiği Sloterdijkcı ideoloji paradoksu barizdir: insanlar bu palavralara inanmaz, ama yine de onlara göre yaşarlar. Çünkü ideoloji, yalana inanmak değil; gerçeğin içselleştirilmiş çarpıtılmasıdır. Zupančič’in deyimiyle “çok iyi biliyorum, ama yine de” Gerçekliğini çok iyi biliyorum ancak yine de hakikati bastırıyorum.  Elbette iklim değişikliği gerçek. Fosil yakıtlar gezegeni mahvediyor, bilim insanları yıllardır uyarıyor. Bunu biliyorum… Ama yine de arabamla tek başıma işe gidiyorum, haftada üç kez uçakla seyahat ediyorum ve Amazon’dan teknofeodal efendilerime ibadet ediyorum.


Çoğu insan paranın kendine içkin bir değeri olmadığını beyan etse de pratikte paranın çok kutsal bir misyonu varmış gibi davranır. Ama işte bu, ideolojinin bir zaferi değil midir? Yani gerçeği değil, gerçeklikten kaçışı normalleştirmek. Bu noktada bakmamız gereken Lacan’ın “Gerçek” kavramından başkası değildir. Lacan’a göre Gerçek, Simgesel Düzenin dışında kalan, dile getirilemeyen, rahatsız edici bir Artık’tır. İdeolojik gerçekçilik kendisini bize, bizzat yanlış olarak gösterilen şeyin bize zarar vermesini engellemek isteyen bir kalkan olarak iş görür. (Ancak Artık’tır). Tabii Gadamerci bir üstdil’den söz etmeyeceksek. “Peki başka bir alternatif yok mu?” Hayır, başka türlüsü mümkün değildir. Çünkü ideoloji maddi temelin bir yansısıdır. Bu temeli belirleyen artık haklı gösterilemeyecek bir sömürüyse bunun devamı için çalışanlar ödül bekleyebilir sadece. Kapitalist ideolojiden daha yıkıcı olan, Mark Fisher’ın deyimiyle geleceğin önceden iptal edilmesi veya askıya alınmasıdır. Yani geleceksizlik. Daha farklı ifade edersek; eskimiş, bozulmuş bir toplum düzeni, gereksiz acılara yol açmak pahasına olsa da insanların hayatını belli düzeyde tutma ve yenileme işlevlerini yerine getirebilir. Bu düzenin varlığı, daha iyisi teknik olarak mümkün olduğu için kötü, ama insanların eylemlerinin mevcut biçimini temsil ettiği ve daha iyi bir geleceğin öğelerini içinde barındırdığı için iyidir de. Kötü bir toplumdur bu evet, ama insanların işlerini kötü bir şekilde de olsa sürdürmelerini sağladığı için bir yandan da iyidir.


Bu ideolojiye bir örnek olarak Kuznets’in teorisine göre; kapitalistleşmenin ileri evrelerinde gelir eşitsizlikleri, ülkelerin politik seçimlerinden ve diğer özelliklerinden bağımsız olarak kendiliğinden azalacak ve nihayet makul bir seviyede istikrarlı hale gelecektir. 1955 yılında ileri sürülen bu düşünce, gerçekten de Fransa’da Otuz Şanlı Yıl (Trente Glorieuses) olarak adlandırılan İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemin büyülü dünyasına uygun bir teoriydi: Büyümenin herkese fayda sağlayabilmesi için sabırlı olmak ve biraz beklemek yeterliydi. Bu, Ricardo’nun ve Marx’ın eşitsizlik sarmallarının ve 19. yüzyılın kıyamet analizlerinin tam tersidir. (Piketty, 2014: 12)


Kuznets’in teorisindeki iyimser öngörülerin aksine, doğal ya da kendiliğinden bir süreç söz konusu değildir. Çünkü geleceksizlik ideolojisinde şimdiden başka bir an yoktur. Geleceğin yitimi, yalnızca ekonomik politikaları değil, aynı zamanda toplumsal tahayyülü de felç eder.  Sonsuz “bir” şimdi olarak mutlaklaşır.  Fisher’ın karamsarlığının nedeni, bu doğamayan geleceğin, bir tür post-politik halüsinasyon içinde sürekli ertelenmesinden beslenmesiydi. Burada kapitalizm, inançlar, ritüeller veya simgesel incelik düzeyinde çöktüğü zaman geriye kalan şeydir ve kalan tek şey, harabeler ve kutsal emanetler arasında tökezleyerek yürümeye çalışan tüketici seyircidir. Baudrillard, simülakr tanımı yaparken bahsettiği imgelerin başka bir tanımıdır bu. Ancak asıl gerçek, geleceğin artık bir hayal değil, bir travma olduğudur. Hauntology’de gelecek, yaşanmadan geçmişe gömülür. Hatta Franco ‘Bifo’ Berardi “Gelecekten Sonra” adlı kitabında Geleceğin usulca yitişinin 1970’ler ve 1980’lerde başladığını belirtir.


Gelecek bir gecede ortadan kaybolmadı. Berardi’nin “geleceğin usulca yitişi,” makul biçimde son derece yerinde çünkü geleceğin son otuz yılda kademeli ama durmak bilmez şekilde tükenişini yakalıyor. ‘Bifo’ Berardi bizden önceki kuşağa ait belki ama onunla burada zamansal kopuşun aynı tarafındayız. Ancak Berardi’ye göre “Ütopyacı İmgelem” ilerici bir gelecek umuduna can vermekten geri durmamıştır, ta ki 68’de modern vaadin gerçekleşmesinin an meselesi olduğu zamana dek. Bugün insanlar “68’deki gibi” gelecek için kolektif projeler hayal etmiyor; sadece “şimdi”de, çöküşten kaçınma dürtüsüyle yaşıyor. Gelecek, özellikle genç kuşaklar için borç, işsizlik, ekolojik felaket ve yalnızlık anlamına geliyor bugün. Ancak Hartmut Rosa’nın işaret ettiği Sosyal Hızlanma Bifo’cu kolektif bir ritim ile dans edebilir mi emin değilim.  Rosa’ya göre sosyal hızlanmanın getirdiği teknolojik hızlanma ve yaşam hızı arasında ters orantı olması beklenir: Teknolojik hızlanmanın büyük bir zaman kaynağını serbest bırakmasından ötürü insanların özgürce kullanabilecekleri daha fazla zamanları olması gerekir. Ancak tahliye edilen serbest zaman geleceksiz bir artı-değer olarak yeniden üretiliyor. Bu akıl yürütmeye alaycı bir örnek daha vermek istiyorum. Aynı şey “Protestan Ahlakı ve Kapitalizm’in Ruhu”nda da yok mudur? Protestan iş etiği Tanrıya daha iyi hizmet edebilmemiz için boş-salınan serbest zamanı daha fazla işle doldurarak artı-değer üretir. Buradaki tek fark bizim elimizde herhangi bir sermaye tutmayı hak edeceğimiz bir gelecek tahayyülü yapamamamızdır.


Eşitsizlik ekonomik ya da teknolojik değildir, ideolojik ve politiktir. Bu nedenle “şimdi”de yaşamaya çalışmak bizi hiç olmazsa eşit olduğumuza inandırıyor. Bu bireyselleşme bizi kolektif bir ritim tutturmaya tamamen engel oluyor.


Jameson o ünlü iddiasını dile getirerek devam etmek istiyorum. “Postmodernizm geç dönem kapitalizmin kültürel mantığıdır” derken geleceğin başarısızlığının, post modern bir kültürel sahnenin ana bileşeni olduğunu ileri sürüyordu; bu sahneye, son derece doğru kehanet ettiği gibi, pastiş ve dini uyanış egemen olacaktı. Bu tarih anlatısı, toplumu sürekli olarak geçmişteki hayali bir ihtişama özlem duymaya zorluyor. Böylece şimdi ve gelecek, geçmişin restorasyonu üzerinden anlamlandırılıyor. Walter Benjamin’in Angelus Novus alegorisindeki gibi. Bu anlatı, travmanın bastırılması değil, mitosa dönüştürülmesidir. Geçmiş, iktidarın meşruiyet üretme aracıdır evet, aynı zamanda Walter Benjamin’in işaret ettiği gibi bu “Tarih Meleği” sanki geçmişte galibiyetten başka hiçbir gerçek yokmuş gibi her “şanlı geçmiş” anlatısı, bugünün eşitsizliklerini ve adaletsizliklerini görünmez kılmak için sahnelenen politik bir tiyatrodur. Egemenlerin tarihindeki bu zafer palavraları yalnızca başarıları değil, aynı zamanda ezilenlerin uğradığı mağlubiyetleri de taşır (ama sessizce.)


Peki bu egemen sınıfın yarattığı ve yaşama işini becermeye çalışan özne gelecekten gerçekten sorumlu mudur? Bu soruya verilen bildik yeni muhafazakâr yanıt Nietzscheci tabir ile; son insan diyarının köksüzlüğünden yakınmak etik kahramanlığa yer bırakmadığından, günlük hayatın haz ilkesi tarafından düzenlenen ahmakça rutinine gitgide daha çok gömüldüğümüzden dem vurmaktır. Ancak bu masumiyet inancı, kendisi kadar masum değildir. (Bir nevi son yamyamı yemektir) Jameson’a göre bu, yalnızca kültürel bir yönelim değil, geç kapitalist sistemin mantığıdır. Çünkü sistem, geçmişi kontrol ederek geleceği ipotek altına alır.  İdeolojinin burada yaptığı şey, geçmişin eleştirel potansiyelini etkisizleştirmektir. Althusser’in kavramsallaştırdığı anlamda ideoloji, bireyin gerçek koşullarla olan ilişkisinin hayali bir temsilidir yalnızca. Pastişin işlevi de tam olarak budur: Geçmişin gerçek çatışmalarını, kayıplarını, devrimci olanaklarını bastırarak onun yerine boş bir stil imgeleri dizisi ve nostalji yerleştirir. Birey, bu estetikleştirilmiş geçmişi tükettikçe, gerçek tarihsel belirlenimlerle olan bağını koparır, yani ideolojinin içine gömülür. Çünkü geçmişte zaten her tercih doğru yapılmıştır, hayıflanmaya gerek ya da yer yoktur. Taklit etmemiz yeterlidir. En iyi tercihler üst akıllar tarafından yapıldığı için elde ettiğimiz mevcut en iyisidir. Başka tercihler kesinlikle “şimdi”den daha kötü olacaktır. Egemen sistem bireye geleceği tahayyül etme hakkı tanımaz; geçmişi ideolojik olarak estetize ederken, geleceği riskli ve bozulmaması gereken bir düzen gibi sunar. Böylece birey geleceğe dair bir sorumluluk üstlenemez çünkü “başka bir gelecek mümkün” fikri zaten iptal edilmiştir. Pastişin baskın bir tarzının olmaması (daha ziyade içeriğinin boşalması) postmodernitenin tipik özelliğidir; İdeoloji zaten sınıflandırma yaparken doğru olanları tercih etmiştir. Bundan dolayı reformist bir sorgulamaya gerek yoktur. Yalnızca geçmişi taklit etmemiz yeterlidir. Pastiş kültüründe olgusal açıdan ideolojik bir ön-kabul söz konusudur.


Badiou’ya göre ideoloji gerçeği bastırarak değil, onu yeniden biçimlendirerek kendi düzenini sürdürülebilir kılar. Badiou 2001-2002 yılında “Kötülük Üzerine” yaptığı bir röportajda, şöyle diyor;


“Liberal kapitalizmin eşitsiz, adaletsiz ve insanlığın büyük çoğunluğu için kabul edilemez bir rejim olduğunu çok iyi biliyorlar. Bu yüzden de, bunun yerine geri kalan her şeyin korkunç olduğunu söylemeyi tercih ediyorlar. Elbette, diyorlar, kusursuz iyilik durumunda yaşamıyor olabiliriz. Ama kötülük haline yaşamayacak kadar talihliyiz. Demokrasimiz kusursuz değil. Ama kanlı diktatörlüklerden daha iyi. Kapitalizm adil değil. Ama Stalincilik kadar da mücrim değil. Milyonlarca Afrikalı’yı AİDS’ten ölmeye terk ediyoruz, evet, ama Miloseviç gibi de ırkçı milliyetçi beyanlarda bulunmuyoruz. Iraklılar’ı uçaklarımızla öldürüyoruz, tamam, ama boğazlarını Ruanda’da yaptıkları gibi palalarla kesmiyoruz…”


Badiou’nun işaret ettiği şey neredeyse ruhsal bir hastalık gibidir. Mevcut yönetim ideolojisi, ruhsal hastalığın toplumsal bir neden sonuç ilişkisine dair her türlü olasılığı yadsır. Ruhsal hastalığın kimyasal-biyolojikleştirilmesi, kuşkusuz onun depolitizasyonuyla doğru orantılı yürüyor. Fisher’a göre 18. yüzyılın ikinci yarısında kapitalizmin “görünmez vebası” olarak ortaya çıkan yaygın psikiyatrik bozukluklar, postfordizm ile toplum için çok daha yüksek bir tehdit seviyesine ulaşmıştır. Bipolar bozukluk ile postfordizm arasındaki bağıntıyı araştıran Marazzi ile, neoliberalizm ve depresyon arasındakini inceleyen Oliver James’e atıfta bulunan Fisher, kapitalizmin “indirgenemez şekilde” bipolar olduğu sonucuna varmıştır. Nasıl ki Deleuze ve Guattarici şizofreni, kapitalizmin dış hudutlarının hastalığı ise; devri daim şeklinde devam eden ani yükseliş(mâni) ve düşüşlerin(depresyon) arasında salınan bu yeni kapitalizm, öznelerin de hezeyan ve güven arasında salındığı, hakların ruhsal durumlarını emen ve tekrar yeniden üreten bir bipolaritedir. (Fisher, 2010: 45). Ruhsal bozukluğa içkin toplumsal bir neden-sonuç ilişkisini baştan yadsıyan aktüel yönetim ontolojisi, düzenbazlara yaraşır bir el çabukluğuyla hastalığın nörolojik kökeni ile hastalığın nedenini birbiriyle eşitlemiştir.


Geleceğin bir ihtimal değil, yalnızca gecikmiş hatalardan ibaret olduğu bir çağda yaşıyoruz. İnsanlar çalışıyor çünkü çalışmak dışında bir alternatif bilmiyorlar. Seviyorlar çünkü yalnız kalmaktan korkuyorlar. Oy veriyorlar ancak seçenek yokmuş gibi hissediyorlar. Kapital İdeoloji geleceği bir yatırım aracı olarak tüketiyor. Peki başka bir alternatif yok mu?


Yazıyı bitirmeden önce şunu söylemek istiyorum; bilmesine rağmen yapan kavramı premodern döneme ait bir gelenektir adeta. Mümin, kilisenin otantik Hristiyanlık geleneğinin dışına çıktığını içten içe bilir, ancak yine de devam eder. Bu dönemde kilisenin artan baskı ve şiddeti nedeniyle aydınlanma hümanizmi açığa çıkmış ise de günümüzde ve özellikle yaşadığımız toplumdaki zorbalık bizi neoreaksiyoncu bir yapılanmaya götürüyor. Neoreaksiyonculuk’ta Devlet, bir şirket gibi yönetilmelidir. Demokrasi yerine CEO’nun dediklerini yapmamızı örgütleyen bir yapı vardır. Gerek duyulduğu takdirde mikro-monarşi uygulanmalıdır. Bu mekanizma, neoliberal bireycilik, kapitalist realizm ve öznenin yükünü taşıyamayacağı yapısal sorumluluklarla baş başa bırakılmasıyla doğrudan ilişkili. Premodern döneme benzer görünen bu durum, bir döngü değil; kapitalist çerçevede yeniden işlevselleştirilmiş bir “inanma biçimi”dır adeta. Aynı akıl yürütme ve inanç premodern kilise iktidarında da vardır. Aydınlanma Hümanistleri de tıpkı romantik hümanistler gibi kendi düşüncelerini sağlam bir zemin bulabilmek adına antik yunana dönmüşler ve “Protagoras” “İnsan her şeyin ölçüsüdür” sözünü kendilerine rota edinmişlerdi. Bizim rolümüzde Kilise Geleceksiz bir ideoloji pompalayan Teknofeodalizm ve mülkiyetin düzenlenişidir. Teknofeodalizmin kötü olduğunu biliyoruz. Dünyanın koskoca bir Amazon.com olduğunu görüyoruz. Ancak yine de oradan alışveriş yapıyoruz. Amazon’un yetkisini arttırmak için her gün çerez tazeleyip, hızlı alışveriş teslimlerini övüyoruz. Belki Kendimize yeni bir Protagoras bulmalıyız. Ancak kimse bir şey beklemiyor. Çünkü beklemek, bir şeyin olabileceğine dair inanç gerektirir.


Kaynakça


https://terrabayt.com/dusunce/ideolojinin-geleceksiz-nesnesi

bottom of page