
MORAL NİHİLİSM: J.L.MACKİE'NİN KEMİKLERİ P1
BURAK HAVA
28 Haziran 2024
Nesnel değerler yoktur. Kastettiğim anlamda nesnel değerler olmasa bile, şüphesiz doğru ya da yanlış olabilen belirli türde değer ifadeleri vardır. Sosyal çürümenin nedeni ahlakın nesnel yetersizliği değil midir?
‘Tüm bu ahlaki konuşmalar saçmalıktır. ' diyen, ahlakı reddeden ve onu dikkate almayan bir kişi olabilir. Böyle bir kişi gerçek anlamda tüm ahlaki yargıları reddediyor olabilir; daha büyük olasılıkla kendi ahlaki yargılarını oluşturuyor, kasıtlı olarak ahlak olarak kabul edilen her şeyi olumlu bir ahlaki kınama ile ifade ediyor olabilir; ya da mantıksal olarak birbiriyle bağdaşmayan bu iki görüşü birbirine karıştırıyor ve aslında sadece içinde yetiştiği toplumda geçerli olan belirli bir ahlakı reddederken tüm ahlakı reddettiğini söylüyor olabilir. Ancak şu anda böyle bir pozisyonun erdemleri ya da yanlışları ile ilgilenmiyorum. Bunlar olumlu ya da olumsuz birinci dereceden ahlaki görüşlerdir: bunlardan herhangi birini benimseyen kişi belirli bir pratik, normatif duruş sergilemektedir. Buna karşın, benim tartıştığım ikinci dereceden bir görüştür; ahlaki değerlerin statüsü ve ahlaki değer vermenin doğası, dünyaya nerede ve nasıl uydukları hakkında bir görüştür. Benim görüşüm aynı zamanda daha çok değerlerin yeniden inşaasını ve ahlak kavramının ve ahlaki ödevlerimizin hiçbir zorunluluk yahut içgüdü altında bulunmadan inşaa edilmesidir.
Bu, böyle bir ahlakın nesnel değerlere olmasa bile neye dayandığı sorusunu aklına getirse de benim için cevap her şeydir. Nesnel ahlaka dayanan her inanç sisteminin mutlaka bir reform hareketi içine girmesi gerekiyor. Sosyal değerlerin doğası gereği doğru olduğu insanların gruplar halinde kolayca etkileşim kurmasına yardımcı olduğu düşünülüyor. Tüm aynı şeylere - edimselleşme dahil - birbirimize bağlayan ve çeşitli seçeneklerimizin daralmasına yardımcı olan bu durum Deleuze’cü materyalizme kesinlikle uzaktır.
Bir kişi güçlü ahlaki görüşlere sahip olabilir, hatta içeriği tamamen geleneksel olan görüşlere sahip olabilir, ancak bunların yalnızca kendisinin ve diğer insanların sahip olduğu davranışlara ilişkin tutum ve politikalar olduğuna inanabilir. Bunun tam tersi olarak, bir insan kötü ya da yozlaşmış olduğuna dair nesnel bir gerçek olduğuna inanırken tüm yerleşik ahlakı reddedebilir. 'Ahlaki Anlayışçılığa' alternatif olarak sıklıkla kullanılan bir diğer isim de, bizim tartıştığımız görüş için 'öznelcilik'tir. (Subjectivzm) Ancak bunun da birden fazla anlamı vardır. Ahlaki öznelcilik de birinci dereceden normatif bir görüş olabilir. Yani herkesin gerçekten de yapması gerektiğini düşündüğü her şeyi yapması gerektiğini savunur. Bu açıkça (sistematik) birinci dereceden bir görüştür; incelendiğinde kısa sürede akla yatkın olmaktan çıkar.
Birincisi, ahlaki şüphecilik olarak adlandırdığımız şey pozitif değil negatif bir doktrindir: ne olduğunu değil ne olmadığını söyler.
İkinci olarak, ahlaki şüphecilik olarak adlandırdığımız şey ise ontolojik bir tezdir, dilsel ya da kavramsal bir tez değildir. Genellikle ahlaki öznelcilik olarak adlandırılan diğer doktrin gibi, ahlaki ifadelerin anlamları hakkında bir görüş değildir. Yine, hiç şüphesiz, makul olması için getirmesi gerekecektir Nesnel değerlerin varlığının inkarı, kişiyi ahlaki ifadelerin ne anlama geldiğine dair herhangi bir özel görüşe bağlamaz ve kesinlikle bunların subjektif raporlara eşdeğer olduğu görüşüne bağlamaz. Şüphesiz, eğer ahlaki değerler nesnel değilse, çok geniş bir anlamda özneldirler ve bu nedenle 'ahlaki şüpheciliğe' alternatif bir isim olarak 'ahlaki öznelciliği' kabul etmek gerekiyor.
Ahlaki öznelcilik, ahlaki doğruların bireylerin kişisel inançlarına veya duygularına bağlı olduğunu savunur. Bu görüşe göre, bir kişinin bir eylemin doğru veya yanlış olduğuna dair yargısı, o kişinin kişisel tutumlarına veya duygularına dayanır ve bu nedenle, ahlaki doğrular bireyden bireye değişebilir. Yerleşik olduğu iddia edildiği halde bireyden bireye, yahut toplumdan topluma, belki devletten devlete değişebilen nesnel değerler ve yargılar epistemolojik açıdan kusurlu olduğunu gösterir mi? Elbette ki rüşvet almak ahlaksızcadır. Rüşvet belirli bir değerin yahut hizmetin bir takım etkiler neticesinde (para gibi), ötekinin olduğu konumdan, daha hızlı ve etkili bir şekilde daha üstün hale getirilmesini sağlayan bir eylemdir. Ancak nesnesi para olmayan bir rüşvet çeşidi vardır ki - sanki para olsa daha iyi olurdu - Türk Ceza Kanununda asla adı anılmaz, aksine yapmak zaruridir. Benim rüşvet ile imar planına uygun hale getirdiğim bir bina, yahut yine rüşvet ile gümrükten sokabildiğim bir mal, araya birilerini sokarak öğretim görevlisi, kamu personeli yahut bir bürokrat olmam ile arasındaki fark nedir? Rüşvet ile belirli bir miktarda belirli bir süre zarfına kadar talep edilen para yahut başka ziynetler ile belki de hayatının sonuna kadar bedelini ödeyemeyeceğimiz bir referans, bu kadar ağır olduğu halde ahlaksızca değil midir? Evet, ahlakı oluşturan nesnel değerler yoktur, deontolojik bile değildir. Olsa olsa sonuçsaldır. Daha da ileri gitmek gerekirse de ‘olumsaldır’. Yalnızca rüşvet ile iş yürüyen bir toplulukta rüşvet kusurlu bir hareket değildir, tıpkı yalnızca referansla iş yürüyen bir ülkede herhangi bir şeyin göze batmaması gibi.
Objektif ahlak görüşü insan öbeğinin değerlerinin konumlarını sağlamlaştırırken bu değerleri benimsemeyen her gruba zarar vermiştir.
Eğer dünyanın yapısında belirli türden kaygıları doğrulayan bir şey olsaydı, o zaman bunları yalnızca bir şeyleri keşfederek, kişinin düşüncesinin şeylerin nasıl olduğu tarafından kontrol edilmesine izin vererek edinmek mümkün olurdu. Ancak nesnel değerlerin yok edildiği bir dünyada, yeni bir öznel kaygıya sahip olmak, bunu talep eden kişinin duygusal açıdan yeni bir şey geliştirmesi anlamına gelir ki bu da 18.yy yazarlarının tutku ya da duygu başlığı altına koyacağı bir şeydir. Örneğin Sidgwick bir egoist ile bir faydacı arasındaki tartışmayı ele alır ve egoistin kendi mutluluğunun ya da hazzının nesnel olarak arzu edilir ya da iyi olduğunu iddia etmesi durumunda faydacının egoistin mutluluğunun 'başka herhangi bir kişinin benzer mutluluğundan daha nesnel olarak arzu edilir ya da daha iyi olamayacağını' iddia edebileceğine işaret eder.
Faydacılık (utilitarianism) ve egoizm, ahlak felsefesinde farklı yaklaşımlar sunan iki önemli teori olduğunu Bentham ve Mill’ den biliyoruz. (Bunu yalnızca faydacılık açısından söylüyorum.) İkisi de ahlaki kararların temelinde bireylerin çıkarlarını ele alır, ancak bu çıkarları değerlendirme ve uygulama şekilleri bakımından önemli farklılıklar gösterir.
Bir hastane acil servisinde çalışıyorsunuz ve aynı anda tedaviye ihtiyacı olan beş hasta var. Bu hastaların hepsi aynı derecede acil durumda, fakat sadece birine tam teşekküllü tedavi sağlayacak kadar kaynak mevcut. Faydacı bir bakış açısıyla, hangi seçeneğin en fazla sayıda kişiye en büyük mutluluğu getireceğini değerlendirmek önemli olacaktır. Bu durumda, eğer bir hastayı tedavi ederek onun hayatını kurtarırsanız, bu beş kişinin hayatını kurtaramamaktan daha fazla mutluluk yaratır. Faydacılığın toplumsal faydayı maksimize etmeye odaklandığı göz önüne alındığında, bu hastayı tedavi etmek mantıklı bir seçim olabilir çünkü bir kişinin iyileşmesi, hiç kimsenin iyileşmemesine göre daha fazla mutluluk ve fayda sağlayacaktır haliyle. Fakat egoizme göre eğer tedavi edilen hasta sizin çok yakın bir arkadaşınızsa veya bu hastayı tedavi etmek size kişisel olarak daha fazla mutluluk ve tatmin sağlayacaksa, o kişiyi seçmeniz egoist yaklaşım için daha mantıklı olacaktır, başkalarının mutluluğu veya genel toplumsal fayda yerine, kendi çıkarlarınıza en uygun seçimi yapmak daha caziptir.
Başka bir deyişle, eğer etik nesnel iyilik kavramı üerine inşa edilirse, o zaman birinci dereceden bir etik sistemi ya da yöntemi olarak egoizm çürütülebilir, ancak iyiliğin yalnızca öznel olduğu kabul edilirse bu mümkün değildir. Ancak Sidgwick, egoizme karşı bu argümanın özellikle iyiliğin nesnelliğini gerektirdiğini doğru bir şekilde vurgulamaktadır: olması gerekenin ya da yapmanın rasyonel olduğu şeyin nesnelliği yeterli olmayacaktır. Egoist, kendi mutluluğunu aramanın nesnel olarak rasyonel ya da zorunlu olduğunu iddia etseydi, benzer bir argüman kendisi olduğu gerçeğinin önemsizliği konusunda ısrarcı olmak, yalnızca diğer her insanın kendi mutluluğunu aramasının nesnel olarak rasyonel ya da zorunlu olduğu sonucuna, yani egoizmin evrenselleştirilmiş bir biçimine götürecektir; egoizmin çürütülmesine değil. Ve elbette iyiliğin nesnelliğinin aksine ahlaki yargıların evrenselleştirilebilirliğinde ısrar etmek de aynı sonucu verecektir.
Değerler konusunda öznelci olan kişi ise, standartlara göre nesnel değerlendirmeler yapılabileceğini yadsımamaktadır. Ve bunlar estetik ve ahlaki alanlarda da, az önce bahsedilen alanlarda olduğu kadar mümkündür. Bunun da ötesinde, bu gibi pek çok alanda geçerli olan nesnel bir ayrım vardır ve yine de kendine özgü ahlaki bir ayrım olarak kabul edilebilir: mesela adalet ve adaletsizlik arasındaki ayrım. Kelimenin önemli bir anlamında, bir mahkemenin bir kişiyi masum olduğunu bildiği bir suçtan dolayı suçlu ilan etmesi adaletsizliğin bir örneğidir. Daha genel olarak, bir bulgu, ilgili yasa ve gerçeklerin birlikte gerektirdikleriyle çelişiyorsa ve özellikle de mahkeme tarafından böyle olduğu biliniyorsa adaletsizdir. Daha genel olarak, herhangi bir puan, ödül ya da benzerinin verilmesi, söz konusu yarışma için kabul edilen standartlarla çelişiyorsa adaletsizdir: bir dalgıcın performansı, dalış için kabul edilen standartlara diğerininkinden daha uygunsa, ikincisine daha yüksek puan ya da prim verilmesi adaletsiz olacaktır. Bu şekilde, standartlara ilişkin kararların adaleti ya da adaletsizliği tamamen nesnel bir konu olabilir. Yine de standartların yorumlanmasında ya da uygulanmasında öznel bir unsur olabilir. Ancak belirli bir kararın bu nedenle adil ya da adaletsiz olduğu yönündeki durum nesnel olarak kuralcı olmayacaktır: basitçe doğru olabildiği ölçüde adil olanı yapmak ve adaletsiz olandan kaçınmak için herhangi bir nesnel gereklilik olup olmadığı sorusunu açık bırakır ve aynı şekilde her iki şekilde de hareket etmeye yönelik pratik kararı da açık bırakır.
Adalet kavramından devam etmek gerekirse, bu gibi kavramlar sadece bireylerin veya toplumların inançlarına ve duygularına dayanır. Dolayısıyla, adalet, ahlaki nihilizm açısından, kişisel veya kültürel tercihlerden ibaret olan bir kavramdır ve evrensel bir geçerliliği yoktur. Farklı toplumlarda ve farklı zamanlarda farklı anlamlar kazanabilen bir kavrama objektif ya da normatif açıdan nasıl güvenebiliriz? Adaletin nesnel değeri ve anlamına dair ilahi bir dogma var ise bu, bugünlerde konuşulan şeriat gibi bir şey midir? Eğer öyle ise, bu da ahlaki olarak bazı boşluklar barındırıyor demektir. Adalet ya da hukuk kavramı elbette ki gereklidir ancak ahlakın nesnel yahut nereden geldiğini bilemediğimiz yönünün adaletten gelmediğini kesin olarak bilebiliriz. Daha önemli bir sorun ise biz, ahlakımızı oluşturan yahut doğrudan etkileyen Adalet kavramına duyduğumuz korkudur. Eğer bizim birini öldürmeme nedenimiz sonunda bir hapis cezası alacağımıza yönelik yaşadığımız korku yüzünden ise, bu ahlaki açıdan bir kusurdur. Eğer bir insanı hırsızlık yapmamaya alıkoyan şey sonunda hapse gireceği korkusu ise, gerçek bir ahlak emaresi -yine de bir kere kadar– veya nesnel bir ağırlık yoktur. Bizi bir şeyler için doğru yola iten kendi dürüstlüğümüz dışında herhangi bir dış olgu olmuş olur bu. Yani biz, hukuk var olduğu için hukuka uygun bir ahlak yaratmak zorunda kalırız. Bu durum ise epistemolojik bir yeterlilikten yoksundur. Eğer hırsızlık ve gasp yapmadan yaşayamayacak bir duruma evrilseydik, suç olan ya da ahlaksız olan şey hırsızlık ve gasp olmayacaktır.
Ancak yine de herhangi bir alanda en temel standartların seçiminin bile tamamen keyfi olduğunu söylersek açıkça yanılmış oluruz. Mesela Çoban köpeği denemelerinde kullanılan standartların, çoban köpeklerinin yapmak için tutuldukları işle bir ilişkisi olduğu açıktır; elmaları derecelendirmek için kullanılan standartların, insanların elmalarda genel olarak ne istedikleri ya da elmalardan ne hoşlandıklarıyla bir ilişkisi vardır. Öte yandan, standartlar kural olarak bu tür tarafından katı bir şekilde doğrulanmaz. Amaçlar standartların uygunluğu, bağımsız olarak belirlenebilir amaçlar veya arzularla ilişkili olarak ne tamamen sonlandırılabilir ne de tamamen belirsizdir. Ancak ne kadar belirsiz olursa olsun, standartların amaçlara veya arzulara göre nesnel uygunluğu, standartlara göre değerlendirmenin nesnelliği kadar nesnel değerlerin inkârına yönelik bir tehdit değildir. Bir şey sadece belirli bir arzuyu tatmin ettiği ya da tatmin edecek şekilde emildiği ölçüde iyi olarak adlandırılabilir: ancak tatmin ilişkilerinin nesnelliği bizim açımızdan nesnel bir değer teşkil etmez.
Hume’a göre ahlaki yargılar, rasyonel akıl yürütmelerden ziyade duygulara dayanır. İnsanlar, belirli eylemler veya karakter özellikleri hakkında olumlu ya da olumsuz duygusal tepkiler verirler ve bu tepkiler ahlaki değerlendirmelerin temelini oluşturur. Örneğin, başkalarının iyiliği için yapılan fedakarlıklara karşı duyulan hayranlık veya adaletsizlik karşısında hissedilen öfke, insanın doğal eğilimlerinden kaynaklandığı gibi. Hume’un faydacılığı bir eylem veya karakter özelliği, topluma fayda sağladığında veya bireylerin hoşnutluğunu artırdığında ahlaki olarak iyi olarak değerlendirilir. Hiçbir niteliğin kesinkes suçlanabilir ya da övgüye değer olduğu düşünülmez. Hepsi tamamen kendi derecesine bağlıdır. Kafi ortayol erdemin özelliğidir der Aristocular. Bu ortayolun başlıca nedeni faydalılıktan türer. Örneğin iş yaparken uygun bir hız ve çabukluk övülmeye değerdir. Kusurlu olduğunda herhangi bir amacın uygulanışında hiçbir ilerleme sağlanmaz. Aşırı olduğunda bizi telaşa ve kötü planlanmış ölçümlere ve girişimlere götürür.
Ancak yine de nesnelci geleneğin doğruluğuna tanıklık edebiliriz. çünkü ‘erdem ve erdemsizlik’ ayrımının yalnızca nesnelerin ilişkilerine dayanmadığını ve akıl tarafından algılanmadığını gördüğümüzde’ bunun ‘tüm kaba ahlak sistemlerini yıkacağını’ iddia da edebiliriz. Richard Price ise doğru ve yanlışın 'zihnimizin nitelikleri' değil, 'eylemlerin gerçek karakterleri' olduğunda algılandığında ısrar eder; ve anlayış tarafından ahlaki duyu kavramını, erdemi bir zevk meselesi haline getireceği ve ahlaki doğru ve yanlışın 'nesnelerin kendisinde bir şey olmadığı' gerekçesiyle eleştirir.
Price, ahlaki doğruların ve yanlışların nesnel olduğunu savunur. Bu, ahlaki yargıların kişinin duygularına, inançlarına veya kültürel bağlamlara bağlı olmadığı, aksine eylemlerin kendilerinin doğasında var olan gerçekler olduğunu ifade eder. Bu nedenle, ahlaki doğrular ve yanlışlar, tıpkı matematiksel gerçekler gibi objektif olarak var olan gerçekliklerdir. Ahlaki doğruların ve yanlışların keşfi, akıl yoluyla yapılır ve bu nedenle ahlaki yargılar, duygu ve hislerden bağımsız olarak objektif bir şekilde değerlendirilebilir. Yani doğru ya da yanlış nesnelerin doğasına göre belirlenmiş olur. Price’ın bu şekilde Hutcheson'ın görüşünü (belki de yanlış bir şekilde) Hume'un görüşünün içine düştüğünü düşündüğü için reddeder. Ancak değerlerle ilgili bu nesnelcilik sadece felsefi geleneğin bir özelliği değildir. Aynı zamanda sıradan düşüncede ve hatta ahlaki terimlerin anlamlarında da sağlam bir temeli vardır hiç şüphe yok ki.
Moore'un 'iyi'nin doğal olmayan bir niteliğin adı olduğunu söylemesi de abartılıdır, ancak ahlaki bağlamlarda sanki doğal olmayan bir niteliğin adıymış gibi kullanıldığını söylemek o kadar da abartılı olmayacaktır; burada 'doğal olmayan' tanımı, bu varsayılan niteliğin kendine özgü değerlendirici, kuralcı, içsel olarak eyleme yönlendirici yönlerine yer bırakmaktadır. Bu nokta, son yıllarda etik terimlerin merkezi, temel anlamları hakkında bilişselci olmayan ve doğalcı görüşler arasındaki çatışmalar ve fikir ayrılıkları üzerine düşünülerek gösterilebilir.
Değerleri nesneleştirme eğiliminin yaygınlığı, Nesnel değerlerin yadsınması beraberinde aşırı duygusal bir tepkiyi, hiçbir şeyin önemli olmadığı, hayatın amacını yitirdiği hissini getirebilir. Elbette bu doğru değildir; nesnel değerlerin yokluğu öznel kaygılardan vazgeçmek ya da herhangi bir şeyi istemeyi bırakmak için iyi bir neden değildir. Ancak nesnel değerlere olan inancın terk edilmesi, en azından geçici olarak, öznel kaygıların ve amaç duygusunun azalmasına neden olabilir. Bunun böyle olması, bu tepkinin ortaya çıktığı insanların kaygılarını ve amaçlarını nesnelleştirme eğiliminde olduklarının, onlara hayali bir dış otorite verdiklerinin kanıtıdır. Nesnellik iddiası, öznel kaygı ve amaçlarıyla o kadar güçlü bir şekilde ilişkilendirilmiştir ki, ilkinin çöküşü ikincisini de zayıflatıyor gibi görünmektedir.
Bohr koyu bir ateisttir. Bir gün arkadaşlarını akşam yemeğine davet eder ve davete icabet eden arkadaşları Bohr’un kapısında bir at nalı asmış olduğunu görür. Arkadaşı ona bunun nedenini sorduğunda Bohr, at nalının şans getirdiğine inanmadığını, ama insanların şans getirdiğine inanmayanlar için bile şans getirdiğini söylediklerini belirtir. İdeolojinin irrasyonel ama işlevsel yanını göstermek için yahut, ideolojik inançlar, mantıksız gibi görünseler bile, toplumsal pratikler içinde işlevsellik kazandıklarına ilişkin ilginç bir örnektir bu.
Bir başka Örnek Bertrand Russell, 'etik önermelerin belirtme kipinde değil, seçme kipinde ifade edilmesi gerektiğini' söyleyerek, hem nihai etik değerlemelerin öznel olduğu hem de etik sorulara ilişkin görüşler ifade ettiği yönündeki tutarsızlık suçlamasına karşı kendisini etkili bir şekilde savunur. Yine de en sonunda kesinlikle daha fazlası olmalı. Örneğin, birisinin bu ülkede boğa güreşi yapılmasını savunduğunu varsayalım. Bu öneriye karşı çıkarken, sadece arzularımı ifade ettiğimi değil, aynı zamanda bu konudaki arzularımın doğru olduğunu da düşünmeliyim. Tartışma konusu olarak, yukarıdaki etik yorumunu benimserken ve aynı zamanda güçlü etik tercihler ifade ederken herhangi bir mantıksal tutarsızlıktan suçlu olmadığımı gösterebileceğimi düşünüyorum.
Enscombe, Modern Moral Philosophy adlı makalesinde nesnel ahlaki değerler ile ilkelerin sanki bir Tanrı’nın varlığını gerektiriyor gibi göründüğünü ima etmişti. Çünkü ona göre şayet Tanrı bize ahlaki emirler vermiyorsa, “-meli, -malı” (ought) ifadeleri de dahil olmak üzere ahlaki iddialar hiçbir anlam ifade etmezdi. Çünkü “-meli, -malı” bize ne yapacağımızı söyleyen bir iradenin/gücün var olduğunu ima etmektedir. Ahlaki ifadeler doğası gereği normatiftir ve bu normatiflik temelini buyurgan bir ilahi güçten almalıdır. Şayet Tanrı yoksa ahlaki ifadeler normatif olamaz ve bu açıdan da ya yanlış ya da ne doğru ne yanlış olmalılardır. Bu açıdan belki de nesnel ahlaki değerler, ilkeler ve normatif ifadeler, Mackie’nin kavrayışıyla paralel bir şekilde teistik bir dünya görüşü içerisinde anlamlıdır.
Eğer ikinci dereceden etik, dilsel ve kavramsal analizle sınırlı kalsaydı, ahlaki değerlerin en azından nesnel olduğu sonucuna varması gerekirdi: böyle olmaları, sıradan ahlaki ifadelerimizin ne anlama geldiğinin bir parçasıdır: sıradan insanın ve batı filozoflarının ana çizgisinin geleneksel ahlaki kavramları nesnel değer kavramlarıdır. Ancak tam da bu nedenle dilbilimsel ve kavramsal analiz yeterli değildir. Nesnellik iddiası, dilimize ve düşüncemize ne kadar yerleşmiş olursa olsun, kendi kendini doğrulayan bir iddia değildir. Sorgulanabilir ve sorgulanmalıdır da. Ancak nesnel değerlerin reddi, analitik bir yaklaşımın sonucu olarak değil, bir hata teorisi olarak ortaya konmalıdır. Bu teori, ahlaki yargılarda bulunan çoğu insanın, diğer şeylerin yanı sıra, nesnel olarak kuralcı bir şeye işaret ettiğini dolaylı olarak iddia etmesine rağmen, bu iddiaların hepsi yanlıştır. 'Ahlaki şüphecilik' adını uygun kılan da budur. Dünyada ıstırap vardır, dolayısıyla odak noktamız, sözde mutluluk getiren hazları arttırmak değil acıyı ve ıstırabı azaltmak olmalıdır.
Hata teorisi ahlaki yargıların ve ifadelerin genel olarak doğru veya yanlış olmadığını, çünkü bu yargıların dayandığı ahlaki gerçekliklerin aslında var olmadığını savunur. Ahlaki ifadeler, sanki nesnel doğrulara atıfta bulunuyormuş gibi görünür, ancak aslında böyle bir doğruluk temeli yoktur. Her ne kadar Hata teorisyenleri, ahlaki gerçekliklerin (ahlaki doğruların veya yanlışların) var olmadığını savunsa da, ahlaki kavramlar nesnel bir gerçekliğe dayanmadığını söylediğini belirtmiştik. Ancak insanlar ahlaki yargılarda bulunurken, bu yargıların doğru olduğunu varsayarlar. Ancak bu varsayım hatalıdır çünkü bu yargılar nesnel bir temele dayanmaz. ‘Yalan söylemek yanlıştır’ ifadesi, yalan söylemenin nesnel olarak yanlış olduğunu iddia eder. Ancak, hata teorisyenleri böyle bir nesnel yanlışlığın olmadığını savunur.
Yerçekimi yahut kütle çekiminin nesnel bir karşılığı varken yalan söylemede aynı tereddütsüzlüğü yaşayamayız. Düşmanlarınız söylediklerinize ancak siz genellikle doğruyu düşmanlarınıza söylerseniz inanacaktır. Yahut eğer doktorlar ağır hastalara güven verici yalanlar söylemeyi alışkanlık haline getirmişlerse, yalanları güven vermemekle kalmayacak, hastanın korktuğu kadar hasta olmadığına dair doğru bir ifade bile inandırıcı olmayacaktır. Yalanların önemli bir kısmının böyle olduğu zamanla ortaya çıkacağından, herhangi bir kişinin yalan konusundaki güvenilirliği, belirli bir çevrede, harcanabilir bir varlıktır. İhtiyatlı bir adam, sınırlı sayıdaki inandırıcı yalan stokunu çarçur etmeyecek, en iyisini yapmak için idareli bir şekilde kullanacaktır.
Hata teroisine nazaran Görecelilik argümanı ise bir toplumdan diğerine ve bir dönemden diğerine ahlaki kodlardaki iyi bilinen çeşitliliği ve aynı zamanda karmaşık bir topluluk içindeki farklı gruplar ve sınıflar arasındaki ahlaki inanç farklılıklarını öncül olarak kabul eder. Bu çeşitlilik kendi içinde yalnızca tanımlayıcı ahlakın bir gerçeği, ne birinci dereceden ne de ikinci dereceden etik görüşleri gerektiren bir antropoloji gerçeğidir. Yine de dolaylı olarak ikinci dereceden öznelciliği destekleyebilir: birinci dereceden ahlaki yargılar arasındaki radikal farklılıklar, bu yargıları nesnel düşüncelerin kavranması olarak ele almayı zorlaştırır. Ancak değerlerin nesnelliğine karşı çıkan yalnızca anlaşmazlıkların ortaya çıkması değildir.
Mesela insanlar tek eşliliği onayladıkları için tek eşli bir yaşam tarzına katılıyor olmaktan ziyade, tek eşli bir yaşam tarzına katıldıkları için tek eşliliği onaylıyorlar. Eğer çok eşlilik, ilişki içindeki tüm bireylerin mutluluğunu artırıyorsa ve kimseye zarar vermiyorsa, faydacı etik açısından ahlaki olarak kabul edilebilir. Çok eşlilik, toplumda yaygın kabul görmüyorsa veya toplumsal normlarla çelişiyorsa, bu durum toplumsal huzursuzluk veya çatışmalara neden olabilir. Elbette standartlar, içinden çıktıkları yaşam biçiminin bir ideali olabilir: insanların katıldıkları tekeşlilik, onaylamalarına yol açtığından daha az eksiksiz, daha az katı olabilir. Bu, ahlaki yargıların tamamen geleneksel olduğu anlamına da gelmez. Elbette ahlaki sapkınlar ve ahlaki reformcular, kendi toplumlarının yerleşik kural ve uygulamalarına ahlaki nedenlerle ve çoğu zaman bizim de onaylayacağımız ahlaki nedenlerle karşı çıkan insanlar olmuştur ve olmaktadır. Ancak bu genellikle, yeni ve alışılmamış olsa da, onlara tutarlılık için gerekli görünen yollarla, daha önce uydukları kuralların genişletilmesi olarak anlaşılabilir
Kısacası, görelilik argümanı, ahlaki kodlardaki gerçek farklılıkların, yaşam biçimlerini yansıttıkları hipoteziyle, nesnel değerlerin çoğu ciddi şekilde yetersiz ve kötü bir şekilde çarpıtılmış algılarını ifade ettikleri hipotezinden daha kolay açıklanabilmesi nedeniyle oldukça güçlüdür.
Yukarıda belirttiğim tek yahut çok eşlilik tamamen görelilik argümanının özetidir aslında. Farklı kültürler, toplumlar ve bireyler arasında büyük ahlaki farklılıklar vardır. Örneğin, bir kültürde kabul edilebilir olan bir davranış, başka bir kültürde kesinlikle kabul edilemez olabilir. Bir zamanlar ahlaki olarak kabul edilen bir uygulama, başka bir dönemde ahlaki olarak yanlış kabul edilebilir. Eğer ahlaki yargılar, kültürel, toplumsal veya bireysel perspektiflere bağlıysa, bu yargıların nesnel olarak doğru veya yanlış olduğunu söylemek anlamsızdır.
Eğer nesnel değerler olsaydı, bunlar evrendeki diğer her şeyden tamamen farklı, çok tuhaf türden varlıklar, nitelikler ya da ilişkiler olurdu. Buna paralel olarak, eğer bunların farkında olsaydık, bu, diğer her şeyi bilme yollarımızdan tamamen farklı, özel bir ahlaki algı ya da sezgi yetisi ile olurdu. Bu noktalar Moore tarafından doğal olmayan niteliklerden bahsederken ve sezgiciler tarafından da 'ahlaki sezgi yetisi' hakkında konuşurken fark edilmiştir. Sezgicilik uzun zamandır gözden düşmüştür ve mantıksızlıklarına işaret etmek gerçekten de kolaydır. Bu kadar sık vurgulanmayan ama daha önemli olan şey, sezgiciliğin temel tezinin, değerlere ilişkin her türlü nesnelci görüşün eninde sonunda bağlı olduğu bir tez olduğudur.
Burada asıl bahsettiğimiz şey Mackie’nin ünlü tuhaflık argümanıdır. Bu argüman, moral gerçekçiliğin iddia ettiği şekilde objektif moral değerlerin var olmasının tuhaf ve açıklanamaz olduğunu öne sürer. Bu değerlerin var olduğu iddiası metafiziksel olarak tuhaf bir iddiadır çünkü bunlar, doğada gözlemlenemeyen herhangi bir iz sürülemeyen şeylerdir. Tuhaftır çünkü deneyimlediğimizi öne süreriz. Tuhaftır çünkü kaynağına erişemeyiz, bu değerlerin bizim davranışlarımız üzerinde nasıl bir etkisi olacağı da açıklanamaz. Bu değerler, fiziksel dünya ile nasıl etkileşime girerler ve bizim kararlarımızı nasıl yönlendirirler? Şayet nesnel ahlaki değerler var olsaydı, o halde bunlar evrendeki her şeyden tamamen farklı, çok tuhaf türden varlıklar, nitelikler veya ilişkiler olurlardı. Buna bağlı olarak, şayet onları bilebilseydik de bu diğer her şeyi bilmek için kullandığımız sıradan yollardan tamamen farklı bir ahlaki kavrayış/algı veya sezgi yetisi aracılığıyla gerçekleşmek zorunda olurdu. Şayet ahlaki ifadeler, ilkeler veya gerçekler bu kadar tuhaf ise, nasıl olur da sezgisel olarak bu kadar açık bir şekilde çoğu kişi için kavranabilirdir ve bazıları için de ahlaken doğrudur. Bu tuhaflıkların sezgilerimizle örtüşmemektense örtüşmesi, sezgilerimize açık ve duyarlı olmaları ve sezgisel bir kavrayışla önermesel olarak doğru veya yanlış olduklarını söyleyebilmemiz oldukça tuhaf değil midir?
Sıradan ahlaki yargıların varsaydığı nesnel değerler ya da özünde kuralcı varlıklar ya da özellikler olduğu iddiası bana göre anlamsız değil, yanlıştır. Öznelci bir bakış açısına göre, sözde nesnel değerler, aslında kendisini bu değerleri tanıyor ve bunlara yanıt veriyor olarak gören kişinin sahip olduğu tutumlara dayanacaktır. Hume'un zihnin 'kendisini dış nesnelere yayma eğilimi' olarak adlandırdığı şeyi kabul edersek, ahlaki niteliklerin sözde nesnelliğini, ahlaki tutumların yansıtılması ya da nesnelleştirilmesi olarak adlandırabileceğimiz şeyden kaynaklandığını anlayabiliriz.
Hume'a göre, algılarımız sürekli değişir ve kesintiye uğrar. Ancak, zihin bu kesintileri ve değişimleri aşmak için nesnelerin sürekliliği ve bağımsızlığı fikrini geliştirir. Örneğin, bir kitap, görmediğimiz anlarda bile düşünebildiğimiz bir şeydir. Bu, zihnin kendi izlenimlerini sürekli ve bağımsız nesnelere yayma eğiliminden kaynaklanır. Daha iyi özetlemek gerekirse; Örneğin, bir kitap gördüğümüzde, aslında zihinimizin içindeki bir izlenimi algılıyoruz, ama zihin bu izlenimi dış dünyadaki bir kitaba yayarak, kitabın gerçekten orada olduğu izlenimini oluşturuyor
Bu, 'acıklı yanılgı' olarak adlandırılan, duygularımızı nesnelerine okuma eğilimine benzer. Örneğin bir mantar bizi tiksindiriyorsa, mantarın kendisine doğal olmayan bir iğrençlik niteliği atfetmeye meyilli olabiliriz. Ancak ahlaki bağlamlarda bu eğilimden daha fazlası söz konusudur. Ahlaki tutumların kendileri en azından kısmen sosyal kökenlidir: sosyal olarak belirlenmiş - ve sosyal olarak gerekli - davranış kalıpları bireyler üzerinde baskı yaratır ve her birey bu baskıları içselleştirmeye ve bu davranış kalıplarının kendisi ve başkaları için gerekliliğine katılmaya eğilimlidir. Ahlaki değerler olarak nesnelleştirilen tutumların, mutlak otoritelerine olan inanç tarafından kendilerine atfedilen bir kaynağı olmasa da, gerçekten de dışsal bir kaynağı vardır.
Yahut ateşin canımızın yakmasının nedeni ateşin öznesnesinde acı mefhumunu bulundurması değil, bizim sinir ve nöral sistemimizin ateşe dayanıklı bir şekilde evrilmediği içindir. Nasıl ki soluklandığımız hava bizi canımızı yakmıyorsa, bir balık yahut deniz mahsulü için aynı şey geçerli değildir (sirküle edecek ciğer sistemi bulunmadığı için) Ancak havanın kendisine acı mefhumunu ithaf etmezken, ateşin kendisine ederiz. Bunu bir balık yazsaydı, havan ın kendisine de ederdi.
Ancak ahlaki değerlerin nesneleştirilmesini, patetik yanılgıda olduğu gibi, öncelikle duyguların yansıtılması olarak düşünmek yanıltıcı olacaktır. İstek ve talepler daha önemlidir. Hobbes'un dediği gibi. "Herhangi bir insanın iştahının ya da Arzusunun nesnesi her ne ise, kendi adına iyi olarak adlandırdığı şey odur" Burada bağımlılığın yönünü tersine çevirerek, iyiliğin arzuya değil de arzunun iyiliğe bağlı olmasını sağlayarak, bir şeyin nesnel olarak iyi olduğu ya da içsel bir değere sahip olduğu kavramını elde ederiz. Arzu edilen şeyin gerçekten de onu arzu edilir kılan, bir arzu uyandırmasını sağlayan ya da zaten var olan bir arzuyu tatmin etmesini sağlayan özelliklere sahip olacağı gerçeği de buna yardımcı olur. Bir şeyin arzulanabilirliğinin gerçekten nesnel olması ile bizim açımızdan nesnel bir değere sahip olmasını birbirine karıştırmak oldukça kolaydır.
Arzu ettiğimiz şey nesnel bir değere sahip olduğu için arzulamak ile, arzuladığımız şeye (arzunun ulaşılamaz nesnesine) sadece arzuladığımız için nesnel değer verme eğilimi sıklıkla karıştırılan şeylerdir. Arzu edilen şeye atfedilen ‘iyi’nin nesnel bir değere sahip olduğunu düşünmemiz, evrenselleştirilme gayretine olunan nesnel değerler için epistemolojik alt yapıyı içermeyebilir. Bunun için çok bilinen bir örnek vermek istiyorum. Anadolu da pencerenin önüne bardak (tas) koyma adeti vardır. (Yahut hayratların dibindeki metal taslar) Bu arzulanan iyiliğin nesnesidir. Amaç, yoldan geçen insanların su ihtiyacını karşılamaktır. Ancak aynı tastan yahut bardaktan ne kadar çok insan faydalanırsa, mikrop taşıma ve bulaştırma ihtimali o derece artar. Arzunun iyi nesnesi, bu şekilde bilinçsiz yapılan bir kötülüğe, epistemolojik altyapı yetersizliğine, daha genel olarak nesnel bir değerin olmamasını ispatlamaktadır. Bahçemde kenevir yetiştiriyorsam, bunun kenevir olduğunu biliyor ama yasalara aykırı olduğunu bilmiyorsam, yasaları kasıtlı olarak çiğnemiş olmam. X yaptığı her şeyin vatani görevi oldu ğuna inanıyorsa, kasıtlı olarak yaptığı şeyin yanlış olduğuna karar versek de kasıtlı olarak yanlış bir şey yapmamıştır. Cehalete neyin sebep olduğu da önemli değildir.
Tüm temel varsayımları sorgulamayan herhangi bir akıl yürütme zinciri, tanımı gereği bir tür ön yargıya dayanmak zorundadır ve bu nedenle hataya açıktır. Ahlaki nihilizm bu yönüyle başka birinin bakış açısını, ötekilerine nazaran daha kolay olacaktır.
'İyi' kelimesinin temel ahlaki kavramlarımızdan biri olarak hizmet etmesi, bu nesneleştirme modelinin bir izidir aslında. Bu açıklamanın normatif etiği betimleyici otorite ile çok yakından ilişkilendirdiği, bu nedenle de normatif etiğin Antropologların kaydettiği davranış kalıpları toplumsal olarak dayatılmıştır. Ancak ahlaki düşüncenin toplumsal kodların uygulanmasından kaynaklandığı da inkar edilemez. Elbette bununla sınırlı değildir. Ancak ahlaki yargılar herhangi bir gerçek toplumun adetlerinden koparıldığında bile, Kant'ın amaçlar krallığı gibi ideal bir ahlaki failler topluluğuna referansla çerçevelenmeye yatkındırlar ki Tanrı'ya özel bir yer verme ihtiyacı olmasaydı buna amaçlar topluluğu demek daha doğru olurdu.
Ahlaki değerlerin nesnelleştirilmesini açıklamanın bir başka yolu da etiğin, yasa koyucunun çıkarıldığı bir hukuk sistemi olduğunu söylemektir. Bu, ya bir devletin pozitif hukukundan ya da varsayılan bir ilahi hukuk sisteminden türetilmiş olabilir. Modern Avrupa ahlaki kavramlarının bazı özelliklerinin Hıristiyanlığın teolojik etiğinden izler taşıdığına şüphe yoktur. Hatta bu konuyu ilgili ‘Modernite ve Kıyamet: Şeyleşen Mutlak’ yazımda uzun uzadıya ele almıştım. ‘Yasak’ kavramına yakın bir anlamda yapılması gereken ya da yanlış olan şeylere ilişkin yarı zorunlu kavramlar üzerindeki vurgu, kesinlikle ilahi emirlerin kalıntılarıdır. İlahi emirleri ya da Tanrı'nın pozitif yasasını hala kabul edenler bile ahlaki değerlerin bağımsız bir amacı olduğuna inanabilir, ancak yine de eylem yönlendirici bir otoriteye sahiptir. Tanrı'nın emrettiği şeyi kendi içinde iyi ya da doğru olduğu için emrettiğine inanırlar; sadece emrettiği için iyi ya da doğru olduğuna değil. Ahlaki değerin görünürdeki nesnelliği, birden fazla kaynağı olan yaygın bir fenomendir: ilahi yasa koyucuya olan inanç kaybolduğunda ilahi yasa gibi bir şeye olan inancın devam etmesi, diğerleri arasında yalnızca bir faktördür.
Platon'un Euthyphro diyaloğunda, Sokrates Euthyphro'ya şunu sorar: "Bir şey, Tanrılar tarafından sevildiği için mi iyidir, yoksa iyi olduğu için mi Tanrılar tarafından sevilir? Yahut Bir şey, Tanrılar tarafından sevilmediği için mi kötüdür, yoksa kötü olduğu için mi Tanrılar tarafından sevilmez?
Birini öldürmenin yanlış olduğu, doğası gereği yanlış olmasından kaynaklanıyor ise, bu yanlışlık, Tanrı'nın veya herhangi bir otoritenin onayından bağımsızdır. Tanrı olmasaydı da nesnel ve evrensel olarak doğru olacaktır, bu nedenle nesnel bir epistemolojik doluluğa sahip olacaktır. Ancak bununla ilgili döngüsellik problemi ile karşılaşacaktık.
Birini öldürmenin yanlış olduğu, doğası gereği değil de Tanrı’ nın otoritesine ve onayına bağlı olduğu için yanlış ise bu, ahlaki değerlerin subjektif ve değişken olmasına neden olabileceğinden otoritenin yahut büyük ötekinin keyfiyetine bağlı olacaktır, döngüselliğe girmeyecek ancak yine de nesnel bir sabitliğe ulaşamayacaktık.
'İyi' kelimesinin genel anlamı Filozoflar sıklıkla, ahlaki bir terim olarak kullanıldığında 'iyi'nin ne anlama geldiğine karar verebilirlerse ahlaki iyilik hakkında daha fazla şey öğrenebileceklerini düşünmüşlerdir. Moore'un bundan şüphe duymasının iki ana nedeni vardı. Birincisi, 'iyi'yi tanımlamaya ve ona tanımlayıcı bir anlam vermeye çalışanların, ne tür şeylerin iyi olduğu sorusunu karıştırdıklarını düşünüyordu. 'iyi' İyiliğin kendisinin ne olduğu sorusu ile iyinin ne olduğu sorusu arasında bir ilişki kurmuştur: Birincisi şüphesiz betimleyici, doğal terimlerle yanıtlanabilir; ancak yalnızca ikincisine verilecek bir yanıt 'iyi'nin bir tanımını veya analizini oluşturacaktır. İkinci olarak, 'açık soru' argümanı olarak adlandırılan argümana dayanmıştır.
Moore’un açık soru argümanında ‘iyi’ kavramını açıklamak için şu mantık yürütmeyi kullanır. Bir şeyin ‘iyi’ olduğunu söylemek, bazı doğal özelliklere (örneğin, haz, mutluluk, arzunun tatmini) sahip olduğunu söylemek değildir. Eğer ‘iyi’ bu doğal özelliklerle tanımlanabilseydi, ‘iyi’ kavramı bu özelliklere indirgenebilirdi. Moore, ahlaki terimlerin doğal terimlerle tanımlanmasının bir ‘doğal yanılgı’ olduğunu savunur. Bu yanılgı, ahlaki özelliklerin doğrudan doğal özelliklerle özdeşleştirilmesi girişimidir. Moore'a göre, ‘iyi’ gibi ahlaki terimler, doğal terimlerle açıklanamayacak kadar basit ve tanımlanamazdır.
'İyi' için önerilen bir analizi ele alalım, örneğin 'hazza elverişli' diyelim. 'Falanca şeyin hazza elverişli olduğunu kabul ediyorum ama bu iyi midir?' diyen birinin görüşünü kesinlikle anlayabiliriz. Aynı hareket, 'hazza elverişli' yerine 'daha gelişmiş' veya 'sosyal olarak onaylanmış' veya 'evrenle uyumlu' veya 'Tanrı'nın iradesine uygun' gibi önerilen başka bir tanımı koyarsak da geçerlidir, bu şekilde tanımlanan şeyin iyi olup olmadığı hala açık bir sorudur veya en azından bunun hala açık olduğunu savunan birinin görüşünü anlayabiliriz. Ancak önerilen tanım 'iyi'nin anlamının doğru bir açıklaması olsaydı, bu soru hala açık olamazdı. Bu argümanlar çok etkili olmuştur ve gerçekten de güçlüdür. İlkine, bir anlamda bir şeyi iyi yapan niteliklerin bile iyiliğin kendisinden ayırt edilmesi gerektiğini ekleyebiliriz. Bir eylem cömert olduğu için iyi olabilir, ancak iyiliği cömertliğiyle özdeş değildir; bu, bir şeklin kare olmasından farklıdır, çünkü dört düz kenarı eşit uzunluktadır ve açılarının her biri bir dik açıdır, burada kare olma özelliğini birlikte şekli kare yapan özelliklerden ayırt edemeyiz.